Vox 1. Bölüm * İksir *



             Size anlatacağım hikâye, başımdan geçen ilk macera değil ama bildiğim her şeyi değiştiren bir macera, hatta daha da ileri gidebilirim, tüm hayatımı değiştiren bir macera. Ve sizin duyacağınız en ilginç hikâye olacağına da eminim. Üzerinden çok uzun zaman geçmediği için her şeyi net olarak hatırlıyorum. Bu yüzden eksiksiz bir anlatım olacağı konusunda sizi temin ederim. Anlatım demişken, öyle çok şey ummayın; ben bir hikâyeci değilim, işime gelmedikçe güzel konuşmayla da işim olmaz.
            Ben adım Vox, duymuşsunuzdur. Yine de hoşuma gittiği için söyleyeyim; ben, gelmiş geçmiş bilinen en iyi hırsız ve kumarbazım. Anlatacağım öykü, bir ‘bulma’ öyküsü. Herkes doğar, yaşar ve ölür ama yaşama amacını bulmak nadir kişilere nasip olur. Ben, size benimkini anlatayım. Belki, sonra işim olmazsa sizinkini de dinlerim. Ama söz vermiyorum çünkü takdir edersiniz ki, ben yoğun bir adamım.
            Her şey, karanlık bir han odasında başladı. Üçüncü sınıf han saklanmak için seçtiğim ucuz ve basit bir yerdi. Onca çeşit insan içinde tanınmamayı umut ederek keyfime bakıyordum. Sıcak bir gündü ve o bunaltıcı gecede, o karanlık odaya neden gittiğimi bile hatırlamıyorum. Odadaki üç kişiden bahsetmeden öyküye başlayamayacağım çünkü beni ilk ikna edenler onlardı.
            ‘Sana bir yük vereceğiz, yanına da bir tanık. Yükü teslim ettiğinde üzerindeki büyü kalkacak.’ Anlaşma kısaca böyleydi, yani bu kadarcıktı. Karanlığın gizleyici perdesi altındaki adamlar, üç kişiydiler ve yüzlerini göremesem de, pencereden sızan ayışığının yardımıyla bedenlerinin yarısını görebiliyordum. Gölgelerinden anladığım kadarıyla, adamların üçü de benden su götürmez biçimde iriydi. Onlardan kurtulma şansım vardı ama bana yaptıklarını söyledikleri büyünün nasıl bir şey olduğunu bilmediğim için kararsızdım. Gerçi, büyü hakkında da bildiğim her hangi bir şey yoktu ya…
            Ben, meşhur bir hırsızım ve çok iyi bir kumarbaz; uzun sözün kısası ben, güvenilmez biriyim. Bunu herkes bilirdi ve karşımda dikilen adamların dediğine göre, şimdi de kurye ve bakıcı olacaktım. Konuşan tek adama doğru, onlardan korkmadığımı göstermek için ters bir bakış attım. Odanın loş karanlığında, adamları tam olarak göremiyordum ama bakışımdan da etkilenmedikleri belliydi. Yine de ne olur ne olmaz diyerek gölgelerini, birkaç saniye daha süzdüm.
       ‘’Peki, sadece meraktan soruyorum. Ödeme nedir ve eğer ters bir durum olursa hangisini feda etme hakkım var?’’
              Konuşan adam tıslar gibi güldü, ‘’İşte bu komik’’ dedi ve ciddileşti. ‘’Ödül yok, ödeme yok sadece kendini büyüden kurtarma şansı, tek kazancın bu olacak. İkinci soruna gelince, yük önemli, tanık kendi başının çaresine bakabilir.’’
Bu da neydi, bu bir anlaşmamı mı, benimle dalga geçiyor olmalılar. Hem değerli zamanımı harcayacağım hem de hiçbir ödeme almayacağım. Bu adamların beni hiç tanımadıklarına kanaat getirdim. Benim bu odada olmam bile, bir kese altın ederdi. Doğal olarak, bu ısrarlı ve tek taraflı anlaşma hiç hoşuma gitmedi. Yüzümü buruşturdum
         ‘’İlgilenmiyorum, tanığınız götürsün değerli yükünüzü beni yormayın. Ayrıca, ne de olsa ben çok iyi bir hırsızım’’ diyerek yarım ağızla sırıttım ve ekledim. ‘’Bana güven olmaz!’’
Lafımı bitirirken bir adım geriye kapıya doğru hareketlendim. Buradan ayrılma vakti gelmişti, derken kımıldamamla birlikte midemden yukarı doğru keskin bir acı yükseldi. Adamlar yerlerinden hiç kıpırdamamışlardı. Sancı, boğazıma yükselip soluğumu kesti. Midemden yukarıya doğru, alev alev yanıyordum. İki büklüm oldum ama acıma rağmen yere düşmedim. Sırtımı duvara dayadım, konuşmayı bırak yardım isteyecek kadar bile nefesim kalmamıştı. Birkaç dakika sonra tekrar kendimi daha iyi hissedince cesaretim yerine geldi ve bir kez daha şansımı denemeye karar verdim.
          ‘’ Göreviniz sizin olsun, benim çıkarlarıma uymuyor’’ diye diklendim.
Ama geri adım atmamla yeni bir acı dalgası daha geldi. Midem altüst olmuştu, kusmamak için kendimi zor tuttum. Her adımımda öldürücü bir acı içimi yakıyordu. Gözlerim karardı, az önce içtiğim içkinin, asit gibi ciğerlerimi ve boğazımı yaktığını hissettim, sanki içim eriyor gibiydi. Nefes alırken öğürmemek için zorlanıyordum. En sonunda, dayanamayacak hale gelince tek elimi kaldırdım, teslim olmuştum. Sancı yavaşça azaldı, bir süre sonra da tamamen geçti. Boğazım hala susuzluktan kurumuş halde fısıltı halinde konuşabildim.
      ‘’Sanırım ‘evet’imi anladınız.’’
      ‘’İyi hırsız’’ dedi adam. ‘’Yarın sabah tanık seni bulacak.’’
Adam lafını bitirirken nedense kıkırdadı ama buna şaşıracak pek zamanım olmadı. Yer, yavaşça altımdan kaydı ve karanlığa doğru düştüm.
Sabah olduğunu, yüzüme vuran ışıktan anladım. Ilık güneş ışığı, yüzümü ısıtıyordu. Kımıldadım. Gördüğüm şey ne biçim bir rüyaydı diye düşünürken beynimdeki anlama kayası, gürültüyle yuvarlandı. Gözlerimi aniden açıp ayağa fırladım, odamdaydım. Dün geceki adamlar, ortalıkta yoktu ve eminim yeterince hızlı olursam kaçabilirdim. Yeni beladan çıkmış biri olarak, bir diğerine ihtiyacım yoktu. Keyifle gülerek mırıldandım ‘beni yalnız bırakmış ahmaklar!’ Hazırlanmam kolay oldu. Zaten fazla bir eşyam yoktu, sırt çantam açılmamıştı ve pis kıyafetlerimle uyumuştum. Uyumuş muydum, hayır, bayılmıştım.
Çantamı sırtıma atıp, masadan bir elma kaptım. Kapıya doğru giderken dişlerimin arasına elmayı sıkıştırdım. Kapıyı, boştaki diğer elimle açtım ve tam koridora adımımı atacakken durdum. Karşımda, benden biraz kısa boylu; etekleri yere değecek kadar uzun, ince bir pelerin giymiş ve başlığını da iyice aşağı çekmiş zayıf bir adam duruyordu. Yüzünü hiç göremesem de, her durum için mutlaka bir tahminim vardı. Ağzımdaki elmayı çıkarttım.
      ‘’Selam, sen tanık olmalısın?’’
Başını ‘evet’ anlamında salladı, ben de elimdeki tek ısırıklı elmayı uzattım.
      ‘’Kahvaltı ister misin?’’
Adam önce duraksadı, sonra da uzanıp elimdeki elmayı aldı. Elini görünce gözlerimi devirdim. Bir bu eksikti. Değerli tanığımız görünüşe göre ancak bir çocuk olabilecek kadar gençti. Tuhaf adamlar, başıma sara sara genç bir çocuk sarmışlardı. İnce, narin ve uzun parmaklarıyla elmayı kavradı. Başlığını hiç kaldırmadan elmayı ısırdı ve dönerek yürümeye başladı. Arkasından söylendim.
“Çocuk bakıcısı olacağımı bilmiyordum.”
Bana aldırmadan elmayı şapırtıyla yemeye devam etti. Odaya geri dönüp tabakta kalan son iki elmayı çantama attım ve isteksizce çocuğu takip etmeye başladım. Şimdilik uyumlu davranmam gerekiyordu. Ne de olsa kasabadan uzaklaşınca bu çocuktan kurtulmak daha kolaydı. Adamların beni izleyip izlemediğini bilmiyordum ve o iğrenç büyünün tadı, hala ağzımdaydı. Yine de içim rahattı çünkü kasabadan çıkıp da bir kere ortadan kaybolunca beni kesinlikle bulamazlardı. Bu konuda tam bir uzmandım. Hatta tanığın bir çocuk olması, işimi daha da kolaylaştırıyordu. Aslında yükü de merak etmiyor değildim. Ben böyle düşünürken çocuk dış kapıya ulaşmıştı bile, seslendim:
      ‘’Hey odanın parasını ödemem gerekiyor, bekle.’’
Durdu ve kapının yanındaki duvara yaslandı, hala elmayı kemiriyordu. Çabucak hancıyı buldum ve kahvaltı niyetine tezgâhtan bir parça ekmek aldım. Hancıya parasını ödeyip çocuğun yanına döndüğümde, çocuk hiçbir şey demeden hareketlendi ve kapıya doğru yönelip dışarı çıktı. Arkasından sesimi ancak duyabileceğinden uyarımı hemen yaptım.
          ‘’Çocuk atın var mı? Eğer yoksa koşman gerekecek çünkü benimki sadece benim, tamam mı?’’
Derken kapıdan çıktım ve lafımın devamı ağzımda tıkalı kaldı. Çünkü çocuk çoktan atına binmişti ama o yaratığa at demek saygısızlık olurdu. Derisi, sabah güneşinin zayıf ışığında bile kızıl kahve parlıyordu. Güçlü kasları, en ufak kımıldanmasında bile geriliyordu. Bacakları uzun ve güçlüydü. Yeleleri, tüm boynunu ve parlak büyük gözlerini yarı yarıya kapatıyordu. Ateşin sarımsı kızıl rengindeydi, gerçekten muhteşem bir rengi vardı. İpeksi yeleleri ufacık esintide dalgalandı ve ben gerçeğe döndüm. Zorlukla gözlerimi attan çekip binicisine çevirdim. Atın sırtında eyeri yoktu ve buna rağmen çocuk üzerine rahatça kurulmuştu. Ben hala çocuğun atın üstünde eyersiz dengesini nasıl bulduğunu düşünürken çocuk, atın başına doğru uzandı ve elmanın geri kalanını atına verdi. Doğrulurken yelelerini okşadı ve tekrar yerine kuruldu. Bekliyordu.
Bakışlarım, yavaşça benim muhteşem atıma doğru döndü. Atların bağlandığı uzun tahta sıranın sonunda, tahtaya bağlı kalan son ipini de koparmaya çalışıyordu. Onu, en az üç sağlam iple bağlamam gerekiyordu, yoksa sağlıklı olduğuna emin olduğum dişleriyle ipini koparıp kaçmak için müthiş bir güdüsü vardı. Aron, gerçekten zeki bir hayvandı ama bu zekâsını sadece kendi özgürlüğüne bir yol bulmak için uğraşmakta kullanıyordu. Şimdiye kadar sayısız kere kaçmıştı. Neyse ki pek uzaklaşamadan onu yakalayabilmiştim, iki sefer dışında. Hatta en son kaçışında, onu, satıcıdan tekrar satın almam gerekmişti. Alabilmek için de en az iki tane at değerinde para ayarlayıp, tüm parayı zaten benim olan bu salak hayvana saymam bardağı taşıran son damla olmuştu. Bir ata, iki defa ederinden fazla para öderseniz yanınızda tutmak için daha fazla çabanız olur. Yanımda olmasının nedeni Aron’u sevmem veya ondan memnun kalmam değildi elbette, bir çeşit inattı aramızdaki. O, kaçmaya çalışıyordu ben yanımda tutmaya… Yoksa çoktan onun yerine daha becerikli bir at alırdım. Hiç değilse beni taşıma görevinden başka bir şey anlamayan bir at olurdu, baş belası değil.
Atımı, her yerde tanırdım. Çünkü ukala bakışlarını saymazsak; boynundan sırtına doğru dalga halinde uzanan beyaz bir sakarı vardı ve gece gibi simsiyah bir atın üzerinde böyle kar beyazı bir dalga, pek nadir bir özellikti. Kendini belli ettiği gibi, benim varlığımı da her yerde belli ediyordu ama inadım inattı. İkinci defa satın aldığım o günden sonra Aron’u tedbir olarak birkaç tane kalın iple bağlıyordum.
Sırt çantamı eyere takıp, bende kendi atıma zıplar gibi bindim ve çocuğa doğru ukalaca bir bakış fırlattım. Ama bakışım boşa gitmişti. Çocuk, onu takip edeceğimden emin, çoktan ilerlemeye başlamıştı bile. Eyersiz ve dengeli… Bu şekilde, atın çıplak sırtında nasıl durabiliyordu diye merak etmeden kendimi alamadım. İkisinin de hareketleri tek vücutmuş gibi rahattı, Aron’a doğru eğilerek kulağına fısıldadım
‘’Ben eyerle bile üstünde zor duruyorum’’ cevap olarak Aron’dan huzursuz bir baş sallaması aldım.

Çocuk önde, biz arkada yola düştük. Çocuğun, bana açıklama bile yapmadan ve yetişmemi beklemeyi bile umursamadan önden gitmesi canımı sıkmıştı. Onu, ancak Aron’u koşturarak geçebilirdim ama bunu gururuma yediremedim. Yine de koşar adım geçmeye çalışmadan da, kendimi alıkoyamadım. Aron’un muhalefeti olmasaydı başarabilirdim de ama huysuz hayvan yolun önceliğini onlara vermek için uğraşıyor gibiydi. Benden başka kimsenin umrunda olmasa da, büyük olan bendim ve yolculuğun lideriydim. Başı, benim çekmem gerekiyordu. Ama bir sorun vardı, gideceğimiz yeri bir kere bile olsun kimseye sormamıştım.

      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder