Gündönümünün akşamında, kıl çadırda,
tek başıma oturuyordum. Çadırın içi,
dışarıdan da soğuktu. Her nefesimde havaya dağılan buhar, ince bir sıcaklık
vererek soğuğu daha çok hissettiriyordu. Üzerimdeki büyük, kalın keçeye biraz daha
sarıldım. Bacaklarımı iyice kendime çekerek ısıyı muhafaza etmeye çalıştım.
Beni üşüten sadece kışın ayazı değildi. Başıma gelecek şeyin belirsizliği de
içimin buz tutmasına neden oluyordu.
Neden ben, neden? Son zamanlarda kimsenin dikkatini çekmediğime o kadar
emindim ki…
Emekleyerek çadır direğinin yanına
saplanmış meşaleye doğru gittim. Kısa saplı meşalenin zayıf ışığı, çadırı
aydınlatmaya yetmese de, belki beni ısıtabilirdi. Meşalenin ışığı, yaklaşmamla
birlikte dalgalandı ve oluşan gölgeler ürkütücü bir şekilde hareketlendi. Bir
an için yerime geri dönme isteğiyle kasıldım. Gölgelerden oldum olası nefret
ederdim. Onlar benim için aydınlığa sızan lekelerdi… Ve bazen de ses
çıkarırlardı, hırıltılı fısıltılarla…
Kıl keçenin içinden çıkarttığım
ellerimi, meşaleye doğru tuttum. Neredeyse yanacak kadar yaklaştırdım ama sıcaklığını
hissedemedim. Ellerim iyice hissizleşmişti. Ovuştursam da ısıyı tenime
hapsedemiyordum. Dişlerim, çenemi sıkmaktan birbirine geçmişti ve sızlıyordu.
Bu soğuk çadırda oturmak yerine kendi çadırımıza gitmek istiyordum. Fakat bana
burada beklemem gerektiği söylenmişti, hem de Kam emriyle. Beyden sonraki en
sözü geçen kişi oydu. Bence onu sözü, beyin sözünün üstündeydi. Çünkü büyükler,
beyin onun lafından dışarı çıkmadığını söylerlerdi. Ortalarda pek görünmezdi. Özellikle
gündüzleri, çadırından dışarı çıkmazdı. Önemli bir şey olmazsa, geceleri de
toprakta yürümezdi. Kam, çok yaşlıydı, atalarımızdan bile yaşlı.
Kamın çadırı, ormanın
sınırındaydı, boy çadırlarının ötesinde. Bizden ayrı ama bize yeterice yakındı.
Tek kişi için bayağı büyük bir çadırı vardı. Siyah çadırın üzerindeki beyaz
kilden yapılmış işaretler, boyun diğer çadırlarından farklıydı. Ben çadırına
yaklaşmazdım, çünkü çadırın girişindeki işaret, beni korkuturdu. Şekli yüzünden
değil, hissettirdiği his yüzünden. Tamam, yılanları sevmem ama canlılarından da
korkmam. O şekil, beni öldüresiye korkutuyordu. Çöreklendiği yerden, başını
kaldırmış; gözlerini, gözlerime dikmiş bir yılan…
‘’Çok mu üşüdün Tardu?’’
Yerimden zıpladım ve sese doğru baktım.
Alptay ata, çadırın girişinde durmuş bana bakıyordu. Girişi örten perdeyi, tek
eliyle açmış ve ona küçük gelen çadıra girebilmek için biraz eğilmişti. Beyin
en iyi savaşçılarındandı ve ben de ilerde onun gibi olmak istiyordum. İçimden
bir ses, bunun artık hayalden de hayal olduğunu fısıldasa da…
‘’Üşümedim’’ diye yalan söyledim.
Karşımda duran adam, iri cüssesini örten deri kıyafetine rağmen soğuğa
aldırmıyordu. Ben ise iki kat dokuma içliğimin üstündeki keçeye sıkıca
sarılmıştım. ‘’Meşale çok kara çıkartıyordu, düzelteyim dedim’’
Ben ayağa kalkarken adam,
yalanıma inanmaz bir bakışla içeri girdi. Diğer elinde bir meşale tutuyordu. Kalın
keçenin deliklerine ellerimi sokarak yelek gibi giydim.
‘’Daha çok bekleyecek miyim,
Alptay bey?’’
Alptay ata, sakallarını tek
eliyle sıvazlayıp dudağını büktü. ‘’Kam, zamanı geldiğinde seni çağıracakmış.
Bey öyle dedi.’’
‘’Benden ne istiyor?’’ sesim
titrek çıkmıştı.
Alptay ata, omzunu silkti.
‘’Bilmem, onun işine akıl ermez. Yaşı artanın sırrı da artıyor, dil ile danışmıyor.’’
‘’Onun danıştıkları, insan değil
ki, dille söz söylesin’’ dedim kaşlarımı çatarak.
‘’Bak sen’’ diye güldü adam.
‘’Tek gayretin kılıç ile yay değil görünür’’
Başımı kaldırıp sırıtan savaşçıya
baktım. ‘’Sende duymaz mısın beyim? Uğursuz sesleri, buralara kadar gelir.
Karakış vakti, kurtların ulumalarını bile bastırır.’’
‘’Uğursuz sesler mi?’’ dedi adam
kaşlarını çatarak. ‘’Yelin çığlığıdır o’’
Yutkunup sustum, yelin çığlığı
değildi. O bedensizlerin seslerini, benden başkası duymuyordu. Sesimi boğazımda
tutaydım, belki Kam beni çağırmazdı. Obada pek dostum yoktu. Beni divane
sanıyorlardı çünkü olmayan şeyler görüp, üstüne üstlük bir de anlatıyordum.
Aklım erince anlatmam son bulmuştu ama eski laflarım tepemde asılı kalmıştı.
Alptay ata, elini omzuma koydu.
‘’Pek yiğitsin, pek akçasın Tardu
ama hayale çok dalarsın’’ omzumu bir kere sıkıp elini çekti. ‘’Belki deva için
Kam seninle konuşmak ister. Yaşdaşlarından geride durursun, hep bir başına
dolanırsın.’’
‘’Benim derdim onu neden
ilgilendirir? Neden derdime deva olmak ister?’’
Alptay ata, karşımda doğruldu.
‘’Kimin kime deva olacağını bir tek Gök Tengri bilir’’
Gözlerimi yere indirdim. ‘’Af
dilerim beyim, amacım ayrıklık değildi.’’
Alptay ata, yumuşak bir sesle
konuştu. ‘’Af dileme, şerle işin olmadığını bilirim. Kutlu gece adına, seninle
danışırken buraya niye geldiğimi unuttum’’
Adam elini beline attı ve
kemerindeki keseyi çözüp bana uzattı. ‘’Atan ekmek gönderdi, acıkmışsındır.’’
Ekmek kesesini alırken ‘’Atam
neden getirmedi ki?’’ diye konuştum.
‘’Yasak’’ dedi Alptay ata. ‘’Kam
seni görene kadar, yüreğine yakın olanlardan ıra duracaksın’’
‘’Yasak mı?’’
Alptay ata sadece başını salladı.
Söz gerekmezdi. Kam dediyse neden sorulmazdı. Yaşlı adamın sözünden çıkmak bela
demekti. Alptay ata beklememi salık vererek beni soğuk çadırda bir başıma
bıraktı. Kar yağmaya başladığını, o çıkarken gördüm. Bu vakitlerde çoktan yola
koyulmamız gerekirken, yaşlı adam yüzünden, tüm boy burada çakılı kalmıştık.
Nedenini kimse itiraf etmese de; hepimiz biliyorduk. Kam’ın ihtiyar gözleri,
bir sonraki yaz güneşini göremeyecekti.
Ekmeğimi yedikten sonra kalın
minderin üstüne kıvrılıp yattım. Çadır, dışarıda güçlü bir yel esiyormuş gibi
dalgalanıyordu. Keçe yeleğimin içine iyice sindim ve ellerimi bacaklarımın
arasına sıkıştırdım. Gözlerimi kırpmak dahi istemiyordum ama her seferinde daha
zorlanarak açıyordum. Derken bir tıslama sesiyle, gözlerim aniden açıldı. Ne
ara, tam kapattığımı hatırlayamadım. Ses yüzünden içim buz gibi olmuştu.
Kıpırdamaksızın etrafa baktım. Benden başka bir canlı yoktu. Üşümekten
katılaşmış bedenimi güçlükle hareketlendirdim ve doğruldum.
Meşale iyice sönmeye yüz
tutmuştu. Gölgeler büyümüş ve karanlık her köşeyi kaplamıştı. Çadırdan çıkmak
için izin dilemeyi düşündüm ama bu korkaklık olurdu ve benden küçükler bile
alay ederlerdi. Kam, beni salana kadar burada beklemeliydim. Aynı tıslamayı
tekrar duydum ve nefesimi tuttum. Çünkü tıslamayla birlikte gölgeler canlıymış
gibi kıpırdandı. Çadırdan çıkmalıydım, daha fazla kalamazdım. Çıkışa doğru bir
adım attım, ikincisini atamadım.
Girişi örten kalın perde
hareketlendi ve aralandı. Kambur bir adam içeri girdi. Başına geçirdiği başlık,
yüzünü de örtüyordu ama ben kim olduğunu biliyordum. Aksak iki adım attı ve
perdeyi bıraktı. Uzun bir kıyafet girmişti ve dokuma olduğu belliydi. Üzerinde
dalgalı şekiller işlenmiş ince dokuma, onun zayıf bedenini nasıl koruyacaktı?
Bunu neden düşündüğümü ise hiç bilmiyordum. Kuru parmakları başlığına doğru
yükseldi ve başlığını yüzünden çekti. Bu sırada kambur bedeni dikleşti ve
etrafını saran gölgeler titreşti. Gölgeler, adamın etrafındaydı ama bedeninden
uzaktaydı da. Ben donmuş gibi adamın yüzüne bakarken adam, boz renkli bulanık gözlerini
bana dikti. Bir süre öylece birbirimize baktık. Toprak üstünde kaç gün
geçirdiğini söylemek zordu ama her göz kırpışımda biraz daha zamanın
yığıntısından kurtuluyor gibiydi. Anlatmak gerçekten güçtü. Kam’a daha önce hiç
bu kadar yaklaşmamıştım. Ve karşısında ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum.
Tıslama yeniden duyuldu, daha
yakından. Bu sefer Kam da duymuştu, çünkü ikimiz birden sese doğru baktık. Çadırın
içi, daha bir soğudu ve duvarlarındaki karanlık arttı. Gölgeler, havadan ayrı farklılaşmıştı,
hissedebiliyordum. Kam ile aramızdaki boşlukta başka şeyler vardı, kımıldayan
bir şeyler.
‘’Benden çıktı’’ diye mırıldandı.
‘’Bu vakitte o, sonrakinin yanında’’
Başımı çevirip Kam’a baktım. ‘’Af
buyur beyim?’’ dedim.
Kam’ın sesi çok derinden
geliyordu. Uçurumunun ötesinden görüşür gibi…
İnce dudakları yeniden kımıldadı.
‘’Sıram geçti, sen sonrakisin’’
dedi. ‘’Çağır onu’’
Adamın duruşu ve sözleri tenimi
ürpertiyordu. Zamandan, tam olarak ayrılmıştık; gölgeler, Kam ve ben
kalakalmıştık. Çadır bile artık yoktu. Çevremizdeki karanlığı, bir tek, yere
saplanmış meşalenin zayıf ışığı deliyordu.
‘’Kimi beyim?’’ dedim, anlamak
istemeksizin.
Kam, gözlerini kısarak bana
baktı. Korkunun ötesinde bir hisle kasıldım. Anlamak istemiyordum, bilmek
istemiyordum ama şimdi, o, her neyse çağırabileceğimi de biliyordum.
Dudaklarımı kımıldatmam yeterli olacaktı. Bir uluma duyuldu, kurt değildi; bu,
başka bir şeydi. Uğurlu olmadığını yüreğim onayladı ve çağırmazsam, uluyan şey
tarafından alınacağımı.
‘’Yapamam’’ dedim yutkunarak.
‘’Çok geç, bu senin doğum hediyen
Tardu’’ dedi Kam. ‘’Ya kabullenirsin ya da onlara katılırsın.’’
‘’Onlar kim?’’
‘’Onları çağırma, önce çobanı
çağır ki seni korusun’’
‘’Çoban mı?’’
‘’Evet. Çoban, ruhları güdecek ki;
sen, rahat edesin.’’
‘’Ne için rahat edeceğim?’’
dedim, vaz geçmesini umuyordum. ‘Sonraki’ demekle neyi kastettiğini anlamıştım
ama ben savaşçı olacaktım ve obamı koruyacaktım. Sonraki Kam olmak
istemiyordum. Neden ben?
‘’Sen, benden sonraki Kam’sın.
Bunu, nice zamandan beri biliyorum. Benden öncekinin beni bilmesi gibi bende
seni bildim. Ne zaman doğacağını, nasıl biri olacağını gördüm. Ruhum göçmeden senin,
çobanı kabullenmeni sağlamam gerekiyor ki, insanları koruyabilesin. Yoksa seni
rahatsız eden hiçliğe katılır, karanlıktan başka bir şey elinden gelmez. Bu
senin geleceğin, kaçamazsın.’’
Bütün bunlar benim hayalimdi,
başka türlüsü olamazdı. Geriye doğru adım attım. Uyanmak istiyordum ama
ayaklarımın altında zorlukla gördüğüm şey yüzünden bağırmamak için elimle
ağzımı kapattım. Ayaklarımın altında yatan şey, bendim. Uyuyordum ya da
ölmüştüm, çünkü bedenim üzerine kırağı düşmüş gölge gibiydi. Kaçmak içimden
geçti ama nereye kaçacaktım?
‘’Ben’’ dedim altımda yatan şeyi
göstererek ama devam edemedim.
‘’Henüz göçmedin’’ dedi Kam.
‘’Biz başka bir yerdeyiz, ruhların hükmettiği bir yerde ve seni bulmaları an
meselesi.’’ Başımı kaldırıp Kam’a baktım. Anladığım şeyi, Kam yüksek sesle söyledi. ‘’Sen ölmedin ama
ben artık toprağın üstünde yürüyemeyeceğim. Tardu, çobanı çağır ve hizmetini
kabul et’’
Havada süzülen bir şeyler vardı,
görmüyordum ama hissediyordum. Yüreğimi buran, kötücül bir şey, nefesimi
kesiyordu. Hırıltılı ulumalar, bize doğru yaklaşıyordu. Ayaklarım kendi
bedenime kök salmıştı, zaten istesem de kaçamayacağımı biliyordum. Bunca
zamandır peşimden gelen gölgelerin sahipleri, beni almak için geliyordu.
‘’Ben senin gibi değilim’’ dedim
son bir gayretle. ‘’Ben bir savaşçıyım’’
‘’Herkes savaşçıdır’’ dedi Kam.
‘’Senin savaşacağın şeyler, senden başkasının başa çıkamayacağı kadar güçlü
yaratıklar. Senin savaşın onlarla, yaşayanlarla değil. Çok geç olmadan çobanı
çağırmalısın. Onlar, çok yakındalar.’’
Karanlığı süzdüm. Karanlıkta bile
dolanan gölgeleri görmek beni şaşırtmadı. Bu gölgelerin kıpkırmızı gözleri
vardı. Çok hızlıydılar ve henüz beni göremiyorlardı ama hissediyorlardı. Delice
bir istekle, beni bulmak için dolanıyorlardı.
‘’Onlar…’’ diye sözüme
başlamıştım ki, Kam sert bir sesle sözümü kesti.
‘’Bahsettiklerin seni bulur
sonraki, öbürlerinden söz etme. Çağrını yap, artık zaman yok’’
Kam’a baktım, yaşlılığı yüzünden
silinirken kendisi de yok oluyordu. Çobanı çağırmazsam, çok yakında, beni arayan
gölgelerin karşısında bir başıma kalacaktım. Birden uğultu ve ulumalar kesildi,
korkuyla Kam’ın ötesine baktım. Kızıl gözlü gölgeler, dolanmayı bırakmışlardı.
Benim bakışımla hepsi birden bana döndüler ve asıl beni, o vakit gördüler.
Sessizlik, uğultudan da kötüydü. Kam’ın bir şeyler söylediğini gördüm ama
kulaklarıma sözleri ulaşmadı. Gölgelere bakmaktan kendimi alamıyordum.
Kam kollarını iki yana açtı,
zayıf bir aydınlık bedeninden dağılırken üstüne bastığımız yer sallanmaya
başladı. Vakit tamamdı; ya sonraki olacaktım, ya da kayba karışacaktım.
Gölgelerin çığlıyla kendime geldim. Sayısız elli gölgeler, demirden
pençeleriyle bana doğru uzandılar. İçimi dolduran korkuyla, dilimin ucundaki
ismi haykırdım.
‘’İndu-Jaya!’’
O anda Kam yok oldu ve gerilerden
gelen bir tıslama sesiyle, gölgeler daha çok bağırdılar. Gölgeler, son bir gayretle
bana ulaşmak için hızlandılar. Onlardan kurtulamayacaktım, kollarımı başıma
sararak bedenimi deşecek pençelere kendimi hazırladım. Fakat pençeler beni
bulmadı. Çığlıklar ve haykırışlar, bir kamçı gibi şaklayan tıslamanın
varlığıyla, benden uzaklaştılar. Kollarımın arasındaki başımı yavaşça dışarı
çıkarırken bastığım yer yumuşayıverdi ve ben aşağıya düştüm. Yere çarpmayı bekliyordum
ama olmadı. Yeniden soğuk kıl çadıra dönmüştüm.
Uzandığım minderden doğruldum.
Çadırda tek başıma değildim ama karşımda duran da Kam değildi. Kocaman bir
yılan meşalenin yanına çöreklenmiş, başını yukarı kaldırmış, yemyeşil gözlerini
bana dikmiş, izliyordu. Tüm bedenim buz kesti. Kıpırdayamadım. Bu kadar büyük
bir yılanın olabilmesi mümkün değildi. Ve benim şu anda ondan kaçabilmem de
mümkün değildi. Silahım olmadığı belliydi ama yine de zararsız olduğumu
anlaması için ellerimi öne uzattım. Yılan, başını hafifçe eğdi ve uzun çatallı
dilini dışarı çıkarıp tısladı. Yüzünün şekli gülümsüyor gibiydi ama dost
canlısı olmadığını anlamak zor değildi.
Yavaşça yana doğru adım attım.
Yılan aniden başını biraz daha yükseltti. Durdum. Belki bağırsam yardıma gelirlerdi.
Hayal ile şimdiyi birbirine karıştırıyordum. Az evvel karanlık boşlukta,
gölgelerin pençelerinden sakınırken şimdi çadırın ortasına çöreklenmiş yılana
bakıyordum.
‘’Alptay ata’’ dedim yavaşça.
Sesim titrek çıkmıştı. Boğazımı temizledim, biraz daha güçlü bir ses ile
seslendim. ‘’Alptay ata ordamın?’’
Giriş perdesi kımıldanmadı, kimse
beni duymadı. Çünkü dışarıdaki yel, ağır çadırı uçuracak kadar hızlanmıştı.
Alptay ata perdenin yanında dursa bile, bu havada sesimi duyamazdı. Yılanın
yanından koşarak çıkmaktan başka çarem yoktu. Derin bir nefes aldım ve kendimi
koşmak için hazırladım. Tam hareketlenmiştim ki, yılan, aniden doğruldu ve
doğrulurken başından aşağı duman döküldü. Dumanların içinden bir insan başı
belirdi, dumanlar yılanın bedeninden aşağıya akarken tamamen insan oldu. Bir an
yılandı, bir an sonra ben kadar bir kıza dönüşmüştü.
Yılan kız, girişle benim aramda
dikildi. Siyah, düz saçları beline kadar uzanıyordu. Yeşil gözleri ve alaylı
bir şekilde kıvrılmış dudakları vardı. Az evvelki yılan olduğunun tek işareti
üzerine giydiği yılan derisi giysisiydi.
‘’Sana, kimse aman edemez, benden
başka’’ dedi.
‘’İndu-Jaya, sen misin?’’
Kız başını salladı. ‘’Evet, ben
İndu-Jaya’yım, senin Keltegey’inim’’
‘’Çoban?’’ dedim yutkunarak.
‘’Basrık-Kam beni öyle çağırmayı
seviyordu’’ dedi kız. ‘’Ruhların çobanı’’
‘’Ruhların çobanı ne demek?’’
Kız, bir süre dikkatlice yüzüme
baktı ve eliyle minderi gösterdi. ‘’Otur, beni dinle ve sonra kendi ismini ilan
et’’
Kızın sözünü dinledim. Mindere
oturdum. Kız karşıma oturmadan önce meşalenin ucundaki küçük alevi avucuna aldı
ve su gibi yere döktü. Elinden dökülen alevler yerde, gökteki hilal şekline
dönüştü ve yer yanmaya başladı. Soğuk çadır, hemen ısındı. Kız bana baktı.
‘’Her şeyin bir ruhu vardır Kam.
Biz Keltegeyler onları yönlendiririz, güçlendiririz.’’ Dedi ve bağdaş kurup karşıma
oturdu. Ardındaki alevlerin varlığından hiç rahatsız olmaksızın… Ve Basrık-Kam’ın
sözüyle ruhların çobanı, bana yüklenen görevi anlattı.
Boyları, dengesiz ruhların
hükmünden korumakla görevli olan Kamlar; kendilerini, saldırılardan koruyacak
Keltegeylere ihtiyaç duyarlarmış. İyi Keltegeyler olduğu gibi, kötü Keltegeyler
de varmış ve İndu-Jaya, onların hiç biri değilmiş ama güçlüymüş. Basrık-Kam’ın
hak ettiğinden de güçlü. Basrık-Kam’a bağlanmış çünkü bana bağlanması kolaymış
ve bana bağlanmış çünkü benden sonraki şimdiye kadar ki en güçlü ve dengesiz Kam
olacakmış. Zinciri kırarsa başka Keltegey bana ve sonrakine ulaşabilirmiş. Bu
yüzden korkak ve basiretsiz Basrık-Kam’ın emrine girmiş. Beni eğitmeye çok
evvel başlamaları gerekirken Basrık-Kam geri durmuş, çekinmiş. İndu-Jaya’nın
onu zorlamasına rağmen beni yanına almamış.
Keltegeyler başka şekillere
girebildikleri gibi, ruhların boyunda gezebilirlermiş. Güçlü Kamlar da
istedikleri vakit, normal insanların bilmelerine lazım olmayan o boya
geçebilirlermiş. Topladıkları büyü ve güç ile savaşlara yön verip, insanlara
yardım edebilirlermiş.
Benden beklenen de toprağın ve
havanın gücünü boyumun refahı için kullanmamdı. Ruhları dengede tutmam ve kötü
ruhlara engel olmamdı. Bunu nasıl yapacağımı da Basrık-Kam yerine İndu-Jaya’dan
öğrenecektim.
Kız sonunda anlatmayı bırakıp,
ellerini yere koydu ve ayağa kalktı. Dışarı da yel uğuldayarak esiyor ve bir
şeyler kırılıyormuş veya yıkılıyormuş gibi çatırtılar duyuluyordu. Çadırı yere
saplayan kazıklar sayesinde, çadır hala tepemizdeydi.
‘’İndu-Jaya, seni bekliyor’’ dedi
kız son derece berrak bir sesle. ‘’Kendi ismini duyur ve her şey yıkılmadan
önce boşluğu gücünle doldur.’’
Derin bir soluk aldım ve ayağa
kalktım. Yer sallanmaya başlamıştı ve o uğursuz ulumalar her yandaydı. Çadırı
tutan kazıklardan biri fırlayarak çadırın bir yanını havalandırdı. Kar, ısıran
bir soğuk eşliğinde çadırın içine doluşurken, gözüm dışarı kaydı. Sayısız
kırmızı göz, etrafımızı kaplamıştı. Duyduğum hırıltıların sahipleri,
Keltegey’den çekindikleri için bizden uzakta bekliyordu.
Başımı dikleştirdim ve ismimi
ilan ettim.
‘’Ben, Porhan-Kam; aydınlığı ve
karanlığı, güneşi ve ayı, toprağı ve havayı tanıyorum. Ruhlar da beni tanısın
ve kabul etsin.’’ Tüm bedenimi güçlü bir his sardı. Havanın soluğunu, suyun
akışını, ateşin sıcaklığını ve toprağın gücünü kendimle bir hissettim. Yüzümü,
kızıl gözlü gölgelere döndüm ve sesimi yükselttim. ‘’Bu boy sahipsiz değil.
Porhan-Kam, bu topraklar üzerinde yürüdükçe hiç birinizin hükmü geçmeyecek,
burada istenmiyorsunuz.’’
Gölgeler, sözlerimin ardından
umutsuz çığlıklar atarak toza dönüştüler ve yağan kara karıştılar. Ben,
İndu-Jaya’ya doğru dönerken yel yatışmaya başlamıştı. Sesler duyulmaz oldu ve
fırtına yavaşladı. İndu-Jaya’nın yüzünde hoşnut bir ifade vardı. Yeşil gözleri
parıldayarak gülümsedi ve başını eğdi.
‘’Şimdi, senin vaktin Porhan-Kam’’
dedi ve kaşlarının altından, gözlerini gözlerime dikti. ‘’Emrindeyim’’
O gece olanlar bunlardı, bundan
sonra olanlar da başka bir hikâyenin meselesi. Beyin emrinde bir savaşçı olmayı
isteyen ben; o gecenin sabahında, insanların karşısına boyumun Kam’ı olarak çıkmıştım.
Yaşlı Kam’ın bedenini hiçbir yerde bulamadık ve sonrasında onu çok da
özlemedik. Önümüzde uğraşacağımız çok şey vardı, kader değişmişti. Çünkü ben,
eski Kam gibi olmayacaktım, çadırımın güvenliğine ve Keltegey’in korumasına sığınmayacaktım.
Kötülük hala etraftaydı ve yardım aldığı sayısız varlık vardı. Bundan böyle
karşılarına ok ve kılıç kuşanmış Tardu ile birlikte; ben, Porhan-Kam olarak
çıkacaktım. İndu-Jaya, sürekli yanımda değildi ama her dilediğimde yanımda
olabiliyordu, daha başka ne isterim? Tabi ki, onu benden başkası
göremiyordu.
Basrık-Kam bir konuda haklıydı.
‘‘Herkes, savaşçıdır’’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder